T.C. Mİllî Eğİtİm BakanlIğI
ÇORUM / OSMANCIK - Osmancık Cumhuriyet Anadolu Lisesi

KAÇIRANLAR İÇİN YAZAR AYDIN HIZ'LA SÖYLEŞİMİZİN İÇERİĞİ

Sizlere üç hikaye anlatacağım. Birinci hikaye, 2.Dünya Savaşı'yla ilgili.

2. Dünya Savaşı, 1939'dan 1945 yılına kadar süren küresel bir savaştır. Dünyanın bütün süper güçlerinin katıldığı bu savaşta 85 milyondan fazla insan öldü. Bu savaşın taraflarından en önemlilerinden biri de Hitler'in başında bulunduğu Almanya'dır. Kıta Avrupası'nın büyük bir kısmını işgal etmiştir. Polonya, Danimarka, Norveç, Belçika, Hollanda, Lüksemburg, Fransa, Yugoslavya, Yunanistan'ı bozguna uğratır. İngiltere ve Rusya'yla da savaşır. Birden fazla cephede savaşmanın bedelini ağır öderler ve 2. Dünya Savaşı'ndan mağlup olarak ayrılırlar. Fakat Avrupa ülkelerinin, İngiltere'nin, Amerika'nın ve diğer büyük güçlerin Almanya'ya karşı bir öfkeleri vardır.

Birleşmiş Milletlerde Almanya'nın geleceğini konuşurlar. Bazı delegeler Almanların Kartacalılar gibi yeryüzüne dağıtılıp yok edilmesini, Almanya'nın Avrupa'nın tahıl deposu olması gerektiğini söylerler. Bu fikir oldukça büyük beğeni alır. Fakat bir delege söz alır ve şöyle der: "İyi de beyler, bir milleti yok etseniz bile, onun tarihini silemezsiniz.İlerde çocuklarımız bize Hegel'i, Kant'ı, Goethe'yi, Schoppenhaur'yı, Niethche'yi, MaxWeber'i yetiştiren bir milleti ne yaptınız derse, onlara ne cevap vereceğiz?" der. Toplantı salonunda büyük bir sessizlik oluşur. Ve sonra o delegeye hak verirler.

Evet! Bir milleti yok etseniz biletarihini silemezsiniz. Her milletin geçmişinde tarih yazan büyük insanlar vardır. Yazdıkları eserlerle, yaptıklarıyla, bilimsel keşiflerle o milletin adeta ruhunu temsil ederler. Millet olma ruhunu ayakta tutarlar.

İkinci hikayemizAzeri-Fars edebiyatının en önemli temsilcilerinden biri olan Hüseyin Şehriyar'a ait.Şehriyar, 1800'lü yılların sonlarında Tebriz'de doğar. Babasını çocuk yaşta kaybetmiştir ve annesiyle yaşar. Annesine çok düşkündür. Duygulu, içli ve hassas bir delikanlıdır. Şiirle ilgilenir. Yazdığı şiirler hocaları, çevresindeki insanlar tarafından beğenilir de. Ünlenmeye başlayınca annesiyle birlikte İran'ın başkenti Tahran'a gelir. Bir Azeri'dir kendisi, evde annesiyle Azeri Türkçe'siyle konuşur. Tahran'da yavaş yavaş tanınmaya başlar, gazeteler şiirlerini neşreder, dergilerde yazıları yayınlanır. Tahran Televizyonunda söyleşileri olur. Tabi bunları Farsça yazar, Farsça konuşur.

Bir gün televizyon programından sonra eve geldiğinde annesine gururla sorar. "Anne beni nasıl buldun?" Niçin annesine sorar? Çünkü annemiz, en büyük sığınağımızdır bizim. Dünyanın bütün olumsuzluklarını bir anne yüreğinin merhametinde silebiliriz de onun için. Annesi mahzun bir şekilde; "oğlum" der, "ben senin sözlerinden bir şey anlamıyorum." Sonra Şehriyar'ın hayatını değiştirecek şu cümleyi kurar: "Ot, kökleri üzerinde büyür oğul!"

Annesinin bu sözü, Şehriyar'ın iç dünyasında etki bir etki bırakır ki, şiirlerini Türkçe, Azeri Türkçesiyle yazmaya başlar. Edebiyat tarihçileri, Şehriyar'ın bundan sonra Şehriyar olduğunu söylerler. Ve meşhur "Heyder Baba'ya Selam" şiirini bundan sonra yazar.

"Heyder Baba, ıldırımlar şakanda,
Seller, sular şakkıldayıb akanda,
Kızlar ona saf bağlayıb bakanda,
Selâm olsun şevkatize, elize,
Menim de bir adım gelsin dilize.

Heyder Baba, kehliklerin uçanda,
Göl dibinden dovşankalkıb, kaçanda,
Bahçalarınçiçeklenib açanda,
Bizden de bir mümkün olsa, yâd ele,
Açılmayan ürekleri şâd ele."

Heyder Baba kimdir? Heyder Baba bir dağın adıdır. Şehriyar'ın doğup büyüdüğü köy, Heyder Baba dağının eteklerindedir. Bu şiirle kendi çocukluğuna, kültürüne, diline döner. Çocukken yattığı odanın penceresinden zirvelerine baktığı dağla bir konuşmadır, halleşmedir, dertleşmedir. Lirik bir şiirdir, coşkuludur. Tıpkı bir suyun yüksek bir yerden şırıl şırıl akışına benzer bir melodisi vardır. Çünkü güçlü şiirlerin içlerinde müzikleri vardır.

Annesinin sözüne geri dönersek; "ot kökleri üzerinde büyür olur." Bizim de köklerimiz vardır.  Tıpkı bir ağacı fırtınadan, selden ve rüzgardan kökleri koruyorsa, hayat dediğimiz bu fırtınadan ve savrulmalardan köklerimiz, değerlerimiz, hayatımıza kattığımız anlam korur bizi. Tutar.  Köklerimiz, bizim tarihimizdir mesela. Bireysel tarihimiz, ailemizin tarihi, çocukluğumuzu yaşadığımız mahallenin tarihi, bu şehrin tarihi, ülkenin tarihi, insanlığın tarihi...

Bu da ikinci hikayemizdi. Üçüncü ve son hikayemiz de kartalların hayatıyla ilgili.

Kartal, kuş türleri içerisinde en uzun yaşayanıdır. 70 yıla kadar yaşayan kartallar varmış. Fakat 40 yaşlarına gelince pençeleri sertleşir, esnekliğini yitirir, kanatları yaşlanır ve ağırlaşır, gagası uzar göğsüne doğru kıvrılırmış. Kartalın avlanması zorlaşırmış yani. Bir karar vermesi gerekiyor. Avlanamadığı için ya ölümü beklemek ya da kendini yenilemek. Eğer ikincisini seçerse, bir dağın tepesine uçar, kayalıkta, güvenli bir yerde kendine bir yuva yaparmış. Önce sert kayaya gagasını vura vura yerinden çıkarır ve düşürürmüş. Kartal bir süre, yeni gagasının çıkmasını bekler. Gagası çıktıktan sonra yeni gagası ile pençelerini söker. Yeni pençeleri çıkınca eski kartlaşmış kanatlarını, tüylerini yolmaya başlar. Bir süre sonra yeniden tüylenirmiş. Bu yenilenme beş ay sürermiş. Zorlu, acılı ve ıstıraplı bu beş ayın sonunda yeniden uçmaya, avlanmaya devam edermiş.

Üç hikaye anlattım size. Birinci ve ikinci hikaye sizsiniz. Kimliğiniz ve kimliğinizi oluşturan bireysel ve toplumsal  tarihimiz...

 Her birimizin iki kimliği vardır. Birincisi bize özeldir. Adımız, soyadımız, yaşımız, nerede doğduğumuz, neyi sevdiğimiz, hoşlanmadığımız şeyler, hayallerimiz, korkularımız, yüreğimizdeki acılar, hüzünlerimiz, hayal kırıklıklarımız. Bireysel tarihimiz dedim; doğum büyüdüğümüz toprakların ruhumuza kattığı güzellikler vardır. Toprağın kokusu, kavrulmuş leblebinin kokusu, Kızılırmak'ın sesi, çeltik tarlalarındaki kuşların ve rüzgarın sesi, Ada Dağları'nda ya da Çal Dağlarında bir ardıç ağacının veya bir çam ağacının altına oturduğumuzda kurduğumuz hayaller, ansızın yağan yağmurdan sonra toprağın kokusu, köy evinde sobanın sesi, çocukken oynadığımız oyunlar, sınırsız neşe, vakitsiz coşkular, annemizin yaptığı yemekler, büyüklerimizin başımızı okşaması, pirinç kolonyası, büyüklerimizden dinlediğimiz bir türkü ya da hüzünlü bir ağıt...

Bu şehrin tarihine gelirsek, ta Hititlerden başlayarak, Frigler, Persler, Pontus, Roma, Bizans ve Danişment Emiri Ahmet Gazi, Kadı Burhanettin, Osmanlılar, Fatih, II. Beyazıd ve Kurtuluş savaşı..

Bu şehrin ruhunu Akşemseddin Camisinde, Koyun Baba Köprüsü'nde, Osmancık Kalesi'nde görürüz.

Çevremizde gördüğümüz her şeyin bir tarihi vardır aslında. Onun tarihini ve hikayesini bilirsek, ona saygı duyarız, severiz ve koruruz da.

İhsan Fazlıoğlu, bir yazısında "tarihsizlik talihsizliktir" der.

Tarih dediğimiz şey, insanın ve eşyanın hikayesidir aslında. Hepimiz, bütün Anadolu insanı aynı hikayenin unsurlarıyız. Benim sizden farkım yok, sizin ailenizin hikayesi ile benim annemin ve babamın hikayesi ortak. Güneşe, toprağa, ekmeğe bakınca aynı duyguları duyumsuyoruz aslında.

Üçüncü ve son hikayemiz ise geleceğimizdir. Geçmiş ve gelecek bir bütündür çünkü. Geçmişin külüne değil közüne muhtacız fakat geleceğin ateşini siz yakabilirsiniz ancak. Yenileyerek, yenilenerek ve kendiniz geliştirerek.

Ben üç romanımda geçmişin közünü, ateşini bugüne taşımaya gayret ettim. İlk hikayede geçtiği gibi her milletin tarihinde büyük insanlar vardır. Milletin ruhunu onlar temsil ederler.

Her ülkeyi ayakta tutan değerleri vardır, geçmişi vardır, ulu kimseleri vardır. Biz büyük bir ormanız aslında. Bu ormanın ulu ağaçları vardır. Ben üç romanımda da bu ulu ağaçların yaşamlarını anlatmayı tercih ettim. Onların insani boyutlarını, yaşadıkları dönemleri, giyim kuşamlarını, şehrin tarihlerini ve ilahi aşk uğruna ortaya koydukları çabaları anlatmak istedim.

 Hoca Ahmet Yesevi, bu ormanın ilk büyük ağaçlarından biridir. Onun toprağa düşen tohumundan Yunus Emre yetişmiştir, Hacı Bektaşı Veli yetişmiştir, Ahi Evran yetişmiştir... Bu insanların büyüklüğü, gönül coğrafyalarının büyüklüğünden ve güzelliğinden kaynaklanır. Herkesi bir görme, hoşgörüyle yaklaşma, insanın kalbini, doğayı, hayvanları cümle mahlukatı kendisine bir emanet olarak kabul etme duygusudur bu.

 

 

Paylaş Facebook  Paylaş twitter  Paylaş google  Paylaş linkedin
Yayın: 21.12.2021 - Güncelleme: 21.12.2021 09:00 - Görüntülenme: 167
  Beğen | 0  kişi beğendi